"Sütümle döverim!"

(Fondly, Katie M. Berggren)



"Herkül daha küçücük bir bebekken, Tanrıça Hera'nın sütünü emmesi gerekiyordu. Yalnızca bu şekilde ölümsüzlüğe kavuşabilirdi. Kurnaz Tanrı Hermes, Tanrıça'yı kandırmanın bir yolunu buldu. Pusuda bekleyip, Tanrıça'nın uyuyakaldığı bir anda bebeği onun göğsüne itti. Hera şaşkınlıkla uyanarak, var gücüyle bebeği geri itti. Gökyüzüne saçılan tanrısal süt, bir kemer oluşturdu. Bu kemerin adı Galaksi'ydi. Eski insanlar bu ismi kullanıyorlardı. O günden bugüne binlerce yıl geçti." (Anna Hatzimanoti, Evren, (çizimler: Karin Muser-Spasu), Çeviren: Anna Maria Aslanoğlu, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, Dinozor Çocuk Serisi, 2009)



Hera'nın sütünden oluşan kemerden bugüne binlerce yıl geçti. Zaman, anne sütünün değerini katlayarak arttırdı. Bir zamanlar anneleri "aman da mama" diyerek kutu kutu tozların peşinden koşturanların yerini, Dünya Sağlık Örgütü verileri aldı. Bu çok yerinde ve sağlıklı bilinçlenmeyse, süreç içinde bambaşka bir baskıya dönüştü. İşte bu yazının konusu, nice kadına anneliği zindan eden bu baskıdır.

Bırakın çocuk yapmakla ilgili herhangi bir fikrimin olmadığı zamanları, yeğenim doğduğu zaman bile ablama sütüyle ilgili bir şey sormadım, söylemedim. Aşırı derecede duyarlı, empatik bir insan olduğumdan yahut aklıma gelip de içimde tuttuğumdan değil: aklımın ucuna bile gelmedi. Ne zaman ki doğurdum, o zaman bir çift memeden çok, mandıraya sahip olmam gerektiği ortaya çıktı. Üstelik, nereden, ne zaman çıkacakları hiç belli olmayan süt müfettişlerine bu mandıranın mesai saatleri ve üretim kapasitesiyle ilgili sürekli bilgi vermem; durum güncellemesi yapmam gerekiyordu.

Doğurduğum zaman kendime "emzirikçi anne" adını taktım, çünkü emzirmeyi çok sevdim. Kendimden hiç beklemezdim bunu. Yirmili yaşlarda doğurabilseymişim, kesin arka arkaya beş tane dizermişim, o kadar sevmiştim emzirmeyi (doğanın beni polikistik yaparken bir bildiği varmış zahir). İlk ay süt meselesini hiç dert etmedim. Ancak ikinci aydan itibaren işin rengi değişmeye başladı ya da ben bir tuhaflık olduğunu ancak o zaman fark edebildim. "Emiyor mu?" "sütün geliyor mu?" gibi bugün bile kimseye sormayı asla düşünmeyeceğim sorular yağmaya başladı. Bu yağmur, emzirmenin önemi üzerine çakan şimşekler eşliğinde sağanak halini aldığında ben "sütüm yetmeyecek" kaygısının kemirdiği bir insan olup çıkmıştım bile... Ne yaptıysam konuyu doğallaştıramıyor, sakinleşemiyordum. Rezene çayı, yok şekerli tahin, aman da galon galon su, ay dur kaymaklı dondurma, şu bira çok iyi geliyor bak, süt arttırıcı çaylar arasında debelenip duruyordum. "Ne kadar kafaya takarsan o kadar azalır sütün"ler, "stres en kötüsü bak"lar, "bak sana bir şey söyleyeceğim ama kızmayacaksın" denmesi kızmama ne kadar engel oluyorsa strese kapılmama da o kadar engel oluyordu. Hele "sütüne güven"le darmadağın oluyor, sözlüye kalktığında bildiği her şeyi unutan ve öğretmeninin söylediklerini sadece bir uğultu olarak duyan bir ortaokul öğrencisine dönüyordum. Üstüne sütünün ne kadar bereketli, ne kadar yağlı, aman da ne bol, ne besleyici, ne kaliteli olduğunu anlatmalara doyamayanlar da tuz biber ektiler; sütüm gitti, fibrokistik yapı kaldı yadigâr.

Süt gitti, kavga bitti mi? Ne münasebet? Mandıranın kapısının mühürlenmesinin üzerinde aylar geçtikten sonra, "siz bir denesiz? Bir sıksanız, düzenli pompa yapsanız? Gelebilir" lafı işitmişliğim var. Benim için zirveyse, Ece'nin 18 aylık olduğunu öğrendikten sonraki ilk işi "süt veriyor musun?" diye soran taksi şoförü oldu. "Size ne yahu?" diyemedim de "Yok" dedim. "Niye?! Ver!" dedi. Öyle bir afallamıştım ki, cevap yerine ağzımdan çıkan "sağdan ikinci sokaktan giriyoruz" oldu.

Aradan epey zaman geçti... Süt konusu bende hâlâ hafiften travmadır. O günlere döndüğüm olur; "keşke o mektubu hiç okumasaydım" derken; "acaba şu gün o kadar saat emzirmeden, pompayla almadan durmasa mıydım? Belki ondan üretim yavaşladı giderek" diye sorarken, "emzirirken o kadar insanı tepemde toplayacak ne vardı? Bir 'gidin' diyemedim" diye hayıflanırken, "ay falancanın nazar değdi kesin" diye saçmalarken bulurum kendimi...

Bu arada, süt takıntınız varsa, siz siz olun Melanie Klein'ın Haset ve Şükran'ını okumayın. Ece doğmadan epey önce okumuş ve bambaşka fikirler uyandırmıştı o kitap bende... Ancak süt kaygısına yenik düşmüş birisi olarak okuduğumda, bildiğiniz mahvoldum. Ha ne okuyun meselâ? Benim Klein yüzünden düştüğüm hali gören pek sevgili Esra Aliçavuşoğlu'nun "yahu Melanie Klein okunur mu? Asıl şu adamı oku" önerisini takip ederek okuduğum Adam Phillips okuyun. Misâl:




Bu yazı daha çok edit'lenir. O vakte kadar ve her daim sütünüze de tabii ama en çok kendinize, bedeninize sahip çıkın. Bizim mememiz, bizim sütümüz.

Süt var yok, var da vermiyorum, yok ama zorluyorum, emzirmeyi seviyorum, sevmiyorum... Kime ne yahu?!


Comments

Popular Posts