"Hayvanlara Niçin Bakarız?"





"KediM," "köpeğiM," "kaplumbağaM" demekte zorlanan bir insanım. Son zamanlarda sahip olmak yerine tercih edilen "sahiplendirmek" lafından da çok haz etmiyorum. İkincisindeki merhametli, çaresiz kalmışa kol kanat germeyi anlatan şefkatli ton, "sahip olmak"taki doğrudan tahakkümü sadece rafine ediyor, gibime geliyor. Her konuda aşırı hassas, aman da farkındalığı arşa değen bir insan değilim ama evcil(leştirilmiş) hayvanlarla ilgili, daha doğrusu bizim onları evlere tıkmamızla ilgili bazı takıntılarım var. Nihayetinde şehir bebesiyim; Çil Tavuk'la, öfkeli horoz Hilmilerle, pireli Karabaş'larla, bütün mahalleyi Melahat abla merakıyla gezip dolaştıktan sonra karnında en az dört yavruyla bahçedeki köşesine, olmadı evdeki kömür sobasının yanına kuruluveren sarman Solmaz'larla iç içe geçmedi hayatım. Apartman dairesinde yaşamak doğayla doğal bir ilişki kurmaya ne kadar el veriyorsa o kadar oldu işte. Gerçi, gençken evden geçen envai çeşit konuklar üzerine de bu kadar derin derin düşünmemiştim açıkçası... Balıktan kuşa, köpekten kediye her türlü hayvanla daha sakin, daha kendiliğinden bir ilişki kurmuştum. Sanırım geç yaşta anne olmaya bağladığım o buldumcuk, o kitabî, didaktik ve elbette aşşşırı bilinçli anne olma hali Venüs'ün gelişiyle hepten tetiklendi. Neyse ki kedi insanı terbiye etmede, insanın kediyi terbiye etmede olduğundan çok daha başarılı... Venüs'e itimadım tam.

Venüs hanım bir şekilde evimize yerleştikten kısa bir süre sonra küçük olmasına rağmen bir türlü çıkamadığı kızgınlık dönemine girdi. Pişmanlık ilk o dönemde yoklamaya başladı: "Şimdi sen alıp da eve tıkmasaydın bu hayvan buralarda tavana tırmanmak, yerlerde sürünmek, balkonunun tepesine çıkıp bağırmak zorunda kalmayacaktı" diyordum kendime (ayrıca doğruydu bu.) Bu küçük yaşta doğurmanın da, çiftleşmemenin de kediler için sakıncalı olabileceğini öğrendim. Doğurup bakamadıkları için telef olan yavrular bir yana, kızgınlık dönemini çiftleşmeden geçirdiği için rahim iltihabı olma riski bir yana... Bu risk, sakinleşmesi için hormon verilmesi durumunda da var... mış yani. Ben "sakinleştirici gibi bir şey mi versek?" diye sorduğumda öğrendim (abuk sabuk sorulara maruz kalma yarışması yapılsa, veterinerler rahat ilk üçe girerler bence.) Kısırlaştırmalı, kısırlaştırmamalı mı, doğasına müdahale etmek değil mi bu, hayvanı doğal hayatından mahrum etmeye ne hakkımız var, bize mi kaldı bunun onun iyiliği için olduğuna karar vermek, vb. sorularla boğuşurken Venüs kaçtı. Neyse ki gözümüzün önündeydi de, deli gibi aramaya çıkmadım (evde bulamayınca sokaklarda bir arayışım vardı ki, Ece haber vermeden gecikince neler yapabileceğimi ilk defa o zaman tam olarak anladım.) Çalıştığım üniversitenin nadiren oturduğum kantinindeki, daha da nadiren kafamı kaldırıp baktığım dev ekranında 'Hayvanlara Niçin Bakarız?' adlı özel bir bölüm hazırladı" haberini gördüm. Onca haber içinde kafamı kaldırıp da gördüğüm haberin bu olması beni bir çarptı. Bir koşu gidip bulduğum kitaptaki şu alıntıysa, deyim yerindeyse, tüy dikti:

"Eskiden bekçi köpekleri, av köpekleri ve fare yakalayan kediler gibi bir işe yaradıkları için her sınıftan ailenin ev hayvanları vardı. Yararlı olmalarının dışında [bir amaçla] hayvan besleme, yani ev hayvanı (16. yüzyılda kuzu için kullanılıyordu bu terim) âdeti bir yenilik sayılır ve toplumsal açıdan bugünkü durumu benzeri olmayan bir olmayan bir olgudur. Bu durum, tüketim toplumlarının belirgin bir özelliği olan dış dünyanın hatıralarıyla donatılmış özel küçük aile birimlerine evrensel, ama aynı zamanda kişisel geri çekilişin bir göstergesidir.

Küçük ailenin yaşama alanı geniş alandan, topraktan, başka hayvanlardan, mevsimlerden ve gerekli hava koşullarından yoksundur. Ev hayvanı ya kısırlaştırılmış ya da cinsel olarak yalıtılmış, hareket olanakları sınırlandırılmış [girilmesi yasak bölgelere gittiğinde bağıra çağıra kovalama, vb.] ve herhangi bir başka hayvanla teması neredeyse olanaksızlaştırılmıştır. Yapay yiyeceklerle beslenirler. Ev hayvanlarının zamanla efendilerine ya da hanımlarına benzemeleri gerçeğinin ardında yatan, bu maddi süreçten başkası değildir. Ev hayvanları, sahiplerinin hayat tarzını yansıtan yaratıklardır." (John Berger, "Hayvanlara Niçin Bakarız?", Hayvanlara Niçin Bakarız, Türkçeleştiren Cevat Çapan, İstanbul: Deli Dolu, Aralık 2007, 2. Baskı, s. 35-36).




Bu satırların beni "allah da beni kahretmesin" girdabına fırlattığı sıralarda Venüs aç ve üşümüş olarak geri döndü. Veterinere götürüldü; yarası beresi var mı diye bakıldı. Venüs sağlamdı. Ayrıca etrafını saran toramanlarla nasıl baş ettiğini de görmüştüm. Bu yüzden evi bed & breakfast'a çevirdiğini düşünmeme sebep olan ikinci kaçışında içim rahattı. Venüs iyi mücadele edebiliyordu. İsterse dışarıda kalabilir, isterse eve dönebilirdi. Döndü de... Hal böyle olunca kısırlaştırma tekrar gündeme geldi. Kedisi olan arkadaşlarımı ayrı, veterineri ayrı darladım. Bu darlamalardan birinde aldığım cevap şu oldu:

"Evet haklısın kısırlaştırmak doğasını bozmak ama İstanbul gibi yerde bu derece zor yaşam koşullarında anne olmalarının hiçbir önemi yok gibime geliyor telef oluyor yavrular. O yavrular büyüyor, onlar da doğuruyor; akıl almaz ve önlenemez bie kısırdöngü bu yüzden Maya ve Mia'yı bilerek kısırlaştırdım. İstanbul'daki evde bu kararı aldım. Aslında tamamen senin içgüdüsel olarak vereceğin bi karar canım benim🙂 sana kalmış vicdan azabı duyacaksan ameliyat ettirme ancak doğurursa daha beter deneyim olacak ben çok ağladım ölen yavrular gördükçe."

Benim derdim de buydu zaten. Daha kısırlaştırmaya filan gelmeden eve almak. Ancak iş işten geçmişti. Venüs'ün eve yerleşmesine, evimizi evi bellemesine izin vermiştik bir kere... Kısırlaştırmayla bunu taçlandıracaktık. O vakit pek sevgili Dimitri (Malahtari) şunu söyledi: "Eve aldığınız an onu doğal hayatından mahrum etmiş oluyorsunuz, evet. Ancak bu şehir zaten doğal bir hayat olanağı da sunmuyor bu hayvanlara."

Venüs işte bu şartlar altında Berger'ın söylediği anlamda ev hayvanı oldu. (Korktuğumun aksine) Neşesinden, enerjisinden bir şey kaybetmedi. Ama balkona çıksa da balkon kapısı kapanır gibi olduğu an içeri girmek üzere koşuyor panikle... Ece Venüs'e istediği zaman gidebileceğini, arkadaşlarıyla buluşabileceğini söylüyor sürekli. Venüs pek oralı olmuyor. Venüs'ü aşırı seviyorum. İyi ki gelmiş evimize deyip, bildiğin kucaklıyorum. O da ben eve geldiğimde zıplayarak yanıma geliyor. Dibimden hiç ayrılmıyor. Venüs'ü kendime, en Yengeç (yükselen burç) halime benzettim. İllâ birine benzeyecekse Ece'ye benzer umarım. Çocuğun hayvanla büyümesi mühim. Peki hayvanı eve hapsederek, bir de üstüne kısırlaştırarak nasıl bir mesaj vermiş oluyoruz biz çocuğa? Bak yine karıştı kafam...


(John Berger, Paris, Ocak 2009. ©Franck COURTES/ Agence VU)





Comments

Popular Posts